Monday, March 3, 2008

Bir Rüya Anlatıcısı Olarak Adorno (Tanıtım Yazısı)

Nilay Özer

Edebiyat, toplum, müzik üzerine çalışmaları ilgiyle izlenen filozof, eleştirmen, sosyolog ve müzikbilimci Theodor W. Adorno(1903-1969)’nun, 1934’ten ölümüne değin not ettiği rüyalarından bir seçki olan Rüya Kayıtları, Şeyda Öztürk’ün çevirisiyle okura sunuldu. Hafızanın ve sonradan yazıya geçirmenin tuzaklarından mümkün olduğunca sakınan Adorno’nun uyanır uyanmaz not ederek ham halleriyle korumaya çabaladığı 108 rüyayı içeren kitap, Adorno hakkındaki bilgimiz ve rüyaların bir metin olarak değerlendirilmesi konularına katkısıyla önem kazanacak gibi görünüyor.

“Kapkara bir Cuma. Haftalar önce bir rüya gördüm ve gördüğüm rüya bana o kadar önemli geldi ki, sanki her şey ona bağlıydı ve varoluşun beyhudeliğinin en derin sırrına vakıf olmuştum. Ama rüyanın ne olduğunu unuttum. Birkaç gün önce, 1942-1943 kışında geçirdiğim o ağır depresyondan sonra, aynı rüyayı tekrar gördüm; ya da rüyamda onu, parça parça da olsa, hatırladım. Büyük bölümünü unuttum ama anımsayabildiğim değersiz detayları, belki birgün daha fazlasını anımsayarak rüyayı tamamlarım umuduyla not etmek istiyorum”. “Los Angeles, 17 Ağustos 1945” tarihli rüya not edilirken yapılan bu kısacık açıklama, Adorno’nun rüyalarına yönelttiği ilginin boyutunu yansıtması açısından önemli. Bu ilgiyi; Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Almanya’da doğmak, 1933’te Hitler’in iktidara gelmesinden bir yıl sonra İngiltere’ye göçmek, Yahudilerin maruz kaldığı uygulamalara tanık olmak gibi zorlu deneyimler ve ömrü boyunca yaşadığı günün birikimi üzerine kafa yorma sorumluluğuyla mükellef bir düşünürün, kendini tanıma çabasının uzantısı olarak değerlendirmek mümkün. Analizler yapmaya, anlamlandırmaya alışkın bir kişiliğin, rüya halindeyken ürettiklerini de kendiyle ilgili bir bilgi nesnesi gibi ele alması son derece anlaşılır bir durum. İtiraf edilemeyen arzuları, zaaf ve korkuları özel yöntemleriyle gizleyen rüyaları didiklemek, insanın kendi maskesini düşürmesi anlamına gelir çünkü. Rüya için gösterilen çaba; kendilik bilincini mümkün olan son noktaya vardırma çabasıdır. Freud’un, 1800’lerin sonunda yazdığı Düşlerin Yorumu’nda öne sürülenlerin, Adorno’nun rüyalarını not ederken araya sıkıştırdığı küçük saptama ve yorumları yönlendirmesinde de böyle bir çaba aranmalıdır kanımca. “Rüyamda şunu gördüm: Hölderlin’in adı Hölderlin’miş; çünkü her zaman mürver [Holunder] ağacından yapılma bir flüt çalarmış” sözlerinden ibaret bu rüya kaydında, Hölderlin ve Holunder sözcükleri arasındaki ses benzerliğinin rüyayı kurduğunun bilinmesi, sıklıkla tekrarlayan genelev rüyalarından birinde görülen Eads adlı kızdan bahsedilirken “(Motif: Wildgans’ın Ead’e Soneleri. Önceki akşam R. İçin bir sone yazmıştım)” şeklinde, bir not konulması önemlidir. Bu notlar, rüyalarını yazana, rüyadaki zihninin nasıl çalıştığı, yaşamdan hangi detayları toplayıp birleştirdiği, suçluluk duygularının, arzuların nasıl sansüre uğratıldığı gibi verileri sunmaktadır. “Los Angeles 13 Eylül 1942” tarihli bir rüyada geçen “Sonra bir başkası, bir nevi rüya yorumcusu, bana salef’in, Yahudilerin küçük doktorlar için kullandığı bir terim olduğunu açıkladı (Gizli motifler: Aleph, Keleph=Köpek; von Saalbeck: Amorbach’taki Yahudi olmayan veteriner)” sözleri Adorno’nun rüyasını, rüya analizi hakkında bir rüya yapmaktadır âdeta. Freud’un, rüyaların mekanizması dediği yoğunlaştırma ve yer değiştirme işlemleriyle gürültü, sıcaklık/soğukluk, bedensel rahatsızlıklar gibi dış uyaranların rüyadaki imajları etkilediğine dair önermelerinin, Adorno’nun, rüyalarına dikkatini belirlediğine yönelik çok sayıda örnek bulunabilir.

Rüyalarda tekrar eden yapıların çokluğu dikkat çeker. Öne çıkan temalar; ölüm cezası, işkence ve genelev deneyimleridir. Ölüm cezaları ve işkence deneyimlerinde, Yahudilerin tarih boyunca uğradığı zalimlik ve II. Dünya Savaşı’nın etkileri açıkça görülür. Saldırı alarmları, toplama kampları, Nazilerin idam edilmesi ya da baltayla kafalarının kesilmesi, çarmıha gerilme, elektirikli sandalye, giyotin gibi çeşitlemeler benzer yapıdaki rüyaları oluşturur. Adorno’nun bedensel bütünlüğünü yitirdiğini, parçalara ayrıldığını, kafasının kesildiğini sıklıkla görmesi de benzer nedenlerin yarattığı kaygılara bağlanabilir. Hitler’in bizzat görüldüğü ya da sesinin duyulduğu rüyalar oldukça güçlü bir etki yaratır ve yazılışlarında ironik bir tavır ön plandadır. “Frankfurt, Ocak 1954” tarihli rüya şöyle not edilmiştir: “Hoparlörlerden Hitler’e ait olduğu aşikâr bir ses şu konuşmayı yapıyor: ‘Tek kızım dün trajik bir kazaya kurban gitti. Bunun kefaretinin ödenmesi için bugün bütün trenlerin raydan çıkmasını emrediyorum’. Kahkahalar atarak uyandım”. Çok sık görülen genelev rüyalarının hemen hepsinde Adorno’nun kadın seçme özgürlüğü konusunda mücadele etmesi gerekmektedir. Bu rüyalarda annesinin de yanında bulunması dikkat çeker. Kadınlarla ilişki gerçekleşmemekte, genellikle saçma sapan bir neden yüzünden olay cinsellik dışı bir alana kaymaktadır. Adorno, genelev rüyalarının birinde bu durumu saptama çabası içine girmiş, “rüyamda cinsel ilişkiyi nadiren ölüm gibi açıkça görürüm” şeklinde bir ara not koymayı uygun bulmuştur. Düşünürün ilgi alanlarından, okumalarından kaynaklanan rüyalarda; edebiyat, siyaset, felsefe gibi alanların önde gelen isimleri ya da eserleri görülür. Baudelaire’in “Don Juan aux Enfers” şiirinde tasvir edilen sahnede geçen bir rüya, Shakespeare’in en önemli eserinin, hakettiği ilgiyi görememiş Yanlışlıklar Komedyası olduğunu iddia eden bir makalenin okunduğu rüya ya da “Bu rüyayı Yeni Müziğin Felsefesi için Stravinski hakkında uzun bir makale yazdığım sırada gördüm”, “ Yeni Müziğin Felsefesi yayımlandıktan sonra bu rüyayı bir daha görmedim” şeklindeki notlar, Adorno’nun çalışmalarıyla rüyaları arasında bir ilgi kurmaya çalıştığını gösteriyor. Kitabın, Jan Philipp Reemtsma tarafından yazılmış uzun sonsözünde, Benjamin’den alıntılanan “Şairin uykusunda çalıştığını sanan kişi, ‘şiirin sırrına vakıf olmamış’, tersine ‘şiir yazma işini bertaraf etmiştir’” düşüncesinde savunulanın tersine düşünür rüyalarında çalışmakta, kavramlar üzerine düşünüp birileriyle tartışmakta ya da okumaları hakkında fikirler üretmeye devam etmektedir. Bunlar Freud’un; rüyada, uyanık zihnin çözemediği problemlerin çözülebileceğine yönelik savıyla da örtüşür.

Rüya Kayıtları’nı yayına hazırlayan Christoph Gödde ve Henri Lonitz’in yazdıklarına göre, Adorno 1956 yılı başlarında kendi rüyalarının bağlantılı olduğu düşüncesine dayanan bir rüya kuramına ilişkin notlar tutmaya başlamıştır. Belirli rüya deneyimlerinden yola çıkarak, insanın kendi ölümünü bir felaket olarak tecrübe ettiği sonucuna ulaştığını belirten Adorno, rüyaların devamlı ve aralıksız bir bütün oluşturduğunu, bütünsel bir dünyaya ait olduklarını söyler ve rüyaların belli motifler üzerinden bağlantılı olduğunu ileri sürerek onlardan bir seçki hazırlamaya karar verir. Öyleyse Adorno’nun rüyalarına birer metin olarak bakarken de, bu metinleri bir bütünün parçaları kılan verileri araştırmak gerek. Bu bütünlük fikri, Adorno’nun ham halleriyle kaydettiği rüyalarından daha sonra bir yapıt üretmeyi düşünüp düşünmediğini de akla getirmeli. Sonuçta yazılan her rüya, rüya anlatısından kaynaklanan kalıp sözlerle dolu olsa da pek çok yapıtın çekirdeğini oluşturabilecek esinleyici güce sahip bir metindir. Reemtsma, Adorno’nun Minima Moralia’nın “Monogramlar” başlığı altında yazdığı 16 Nisan 1943 tarihli rüyasını anlatış tarzına dikkat çekerken, “Bu kullanım, Adorno’nun rüya kayıtlarını başka tarz metinler için hammadde olarak ya da en azından, örneğin Wieland Herzfelde, Ernst Jünger veya Franz Fühmann’da rastladığımız, eksiksizce kurgulanmış rüyaların ön aşaması olarak gördüğünü işaret ediyor” der. Fühmann’ın “rüyayı edebi bir form olarak ele alma girişimleri” sözüyle ifade ettiği konu üzerine ilgiyle eğilmek gerekiyor.

Rüyalarını kendini araştırmak için bir malzemeler toplamı olarak gören, rüyada çalışmaya devam eden, yaşamı ve sanatı üretirken rüyaları da bu sürece dahil etmek isteyenler için zihin açıcı bir kitap.

Adorno, Theodor W. Rüya Kayıtları. Haz. Christoph Gödde ve Henri Lonitz. Çev. Şeyda Öztürk. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2007.

Friday, January 25, 2008

Aslı Erdoğan’ın Romanlarında “Yaşayan Ölü”:

Aslı Erdoğan’ın Romanlarında “Yaşayan Ölü”:

Kırmızı Pelerinli Kent ve Kabuk Adam Üzerine Psikanalitik Bir İnceleme*

Nilay Özer

Kırmızı Pelerinli Kent (1998) adlı romanının, 2004’te Norveç’in ünlü yayınevlerinden Gyldendal tarafından basılması dolayısıyla Stavenger kentinde yapılan Uluslararası Edebiyat Festivali’nin onur konuğu olan Aslı Erdoğan, Picus dergisine verdiği söyleşide, kendisi için Norveç basınında çıkan yazılardan bahsederken şöyle der: “En eleştirel olanı bile şunu diyordu: ‘Tek boyutlu bir psikolog ama muhteşem bir epik yaratıcı’ ” (14). Norveçli yazarın bu kısacık eleştiride Erdoğan’ın yapıtındaki psikolojik boyuta dikkat çekmesi tesadüfî değildir. Çünkü gerek romanları ve öyküleri, gerekse düzyazı-şiir türünde yayımladığı metinlerde olsun öne çıkan öğe, yapıtların kahramanın psikolojisi üzerine kurulmuş olmasıdır. Yazarın biyografisi ve söyleşilerde kendisi hakkında söyledikleri ile yarattığı kahramanlar arasındaki benzerlikler Erdoğan’ın yazınının büyük oranda otobiyografik malzemeden beslendiğini düşündürür. Nitekim yazarın yapıtları dolayımında sık sık tekrarladığı cümle şudur: “bulduğumda! kendimi anlatıyorum” (Radikal Kitap).

Kırmızı Pelerinli Kent ve Kabuk Adam pek çok ortak yanı olan romanlardır. Öncelikle ikisi de yazarın Cenevre Atom Fiziği Araştırma Laboratuvarında ve Rio de Janerio Üniversitesinde çalıştığı yıllarda deneyimlediği mekanlarda geçer. İlkinde Rio de Janerio, ikincisinde Karayipler’deki St. Croix adası anlatı mekanıdır. İki mekanın ortak yanı ise ölümcül tehlikelerle dolu olmalarıdır: Kokain ve silah ticareti yüzünden birbirleriyle çatışan gettolar, her köşede birilerinin gırtlağını kesen soyguncu çeteler, hırsızlık, tecavüz, toplu kıyımlar, infazlar, suç rekorları, AIDS gibi bulaşıcı hastalıklar, uyuşturucu ve seks batağı. Mekanların bu özelliklerine hayatta kalmayı zorlaştıran iklim özellikleri ve bilinmezliklerle dolu zorlu doğası da eklenir. Kırmızı Pelerinli Kent’te cangıl, Kabuk Adam’da okyanus, genç bir kadın olan kahramanın kendiliğiyle ilgili bilinmezin temsilleri olurlar. Yazmak, kahramanın yaşama tutunması için kaçınılmazdır, çünkü yarattığı kurgusal dünya sayesinde gerçek yaşamının şifresini çözebilecektir. “Bilinmeyen”, “sır”, “şifre” gibi kelimelerle ortaya konan gizem, kahramanın anne-babasıyla olan sorunları, aşk ilişkileri ve cinsel yaşantısındaki başarısızlıkları, cinayete kurban gitme ve tecavüze uğrama saplantısı, mekanları ve eşyaları sahiplenememesi, görev ve sorumluluk bilincinin gelişmemişliği, yeme içme / temizlik / düzenlilik sorunları, cinsel kimlik ve cinsiyetin oluşmamışlığı, canlı olduğunu hissedememe gibi çok sayıda olgu ile sarmalanır.

Kırmızı Pelerinli Kent’te kahramanın ölümü kovaladığı, Kabuk Adam’da ise ölümden kurtulmaya çalıştığı gözlenir. İlkinde Rio’nun genel durumuna uyarak içi boşaltılmış duygusuz bir cinsel yaşantıya kapılan kahramana karşılık, ikincisinde cinsel enerjisi sönmüş bir kadınla karşılaşır okur. İki romanda da âşık olunan erkekler siyahidir ve bir ölü kadar beyaz olan kahramanın ten rengi ile yaşama gücüyle dolu siyahilerin ten rengi arasındaki zıtlık defalarca vurgulanır. “Beyaz”, “siyah” ve “melez” kelimeleri ölüm, yaşam, ölüm ve yaşamın bir aradalığı gibi karşılıklar içerir ki, bu Erdoğan’ın romanlarındaki ikonografinin konu bağlamında önem taşıyan küçük bir kısmıdır. Cangıl, okyanus, at, köpek, kabuk gibi ikonlar da bu listeye eklenebilir. Deniz kabuğu, salyangoz kabuğu gibi, kabuk içinde yaşayan canlıyı, içe kapanmayı simgeleyen ikonlar iki romanda da sıklıkla anılır ve çok sayıda benzetmenin malzemesi olurlar.

Kahramanın dostluk ve aşk için seçtiği kişiler hayatın fazlasıyla yıprattığı, yaralı insanlardır. İntihar deneyimi, çocukluk travmaları, yalnızlık, suçluluk duygusu, sigara, alkol ve uyuşturucu tüketimi gibi ortak noktaların varlığı ölçüsünde kurulan ilişkiler, kahramanın nesnelerle kurduğu ilişkiye de yansır. Kahraman ya yaşadığı ortamla ve o ortamı dolduran eşyalarla hiçbir bağ kuramamakta ya da eşyaların yırtık, yanık, eski püskü olması hâlinde kendini rahat hissetmektedir. Bu zarar görmüşlük teması, ilk romanda kahramanın ölme korkusu ve isteğine, ikincisinde ölüm korkusu ve isteğini aşma temasına eklemlenir. Her iki romanda da ancak yaşam ile ölüm arasındaki ince bir çizgide, yani bir ölüm tehlikesi anında canlılığını duyumsayarak hayatta kalma mücadelesi veren kahramanın gizeminin iki romana yayılmış bir kurguyla çözüleceği düşünülebilir. Bu bağlamda Kırmızı Pelerinli Kent ve Kabuk Adam’ın, kahramanın ve yazıda savunulacağı üzere Aslı Erdoğan’ın psikolojik bilinmezini araştırmak için yapılandırılmış kurguları bağlamında birbirini tamamlayan romanlar olduğu söylenebilir.

Kırmızı Pelerinli Kent, aynı adlı bir roman yazmakta olan Özgür’ün Rio’yu anlatmasıyla başlar: “Binlerce yıldır gizlerini koruyan, bunca yağmalanmasına karşın hâlâ bâkir, gençlik çağının ateşiyle kıpır kıpır cangıl” (9), Rio’yu Özgür için özel kılan unsurlardan biridir. “Az sonra Rio sokaklarına çıkacaksınız. Korkunçluğunu her an duyuran bir varlığın ok menzilinde bir yolculuk olacak bu; ölümün kötü kokulu soluğu sürekli yüzünüzde; karanlık ve sapkınlıkla yüklü bir bakış hep sırtınızda. [....] Bundan sonra göreceğiniz her şey için yaşamınızla ödeme yapacaksınız” (11) diyen Özgür, kendini “serüvensever iyi aile kızı”, “küçük, kırılgan, ürkek kız”, “hayata kafa tutan kız çocuğu” olarak tanıtmakta, şimdi “su katılmamış bir serseri olduğunu iddia etmekte, deneyimlemek için “dünyanın en tehlikeli kentini” seçerken, insanoğlunun karanlıklarına güvenli bir uzaklıktan bakmak istediğini söylemektedir (13). Özgür’ün yazmakta olduğu romanın parçalarından, ve Özgür’ün romanını yazan anlatıcının söylediklerinden oluşan roman boyunca, cansızlık hissiyle sarmalanmış olarak bu güvenli uzaklığı korumaya çalışır Özgür. Ancak uzaklık dediği şey çoğunlukla kendi kabuğundan ibarettir. Mesela evi gettoların günlerdir savaşmakta olduğu Santa Teresa tepesinin yamacındadır ve bir cephesi yamaca, diğer cephesi cangıla bakmaktadır: “arkadaki pencereler toprağa bitişikti ve yabani otlarla dikenli çalılarla dolu bir cangıla açılıyordu. Sıcaklık yüzünden gece gündüz açık tutmak zorunda olduğu camlardan, etobur karıncalar, kertenkeleler, çekirgeler, el iriliğinde kanatlı hamam böcekleri, hatta bazen açlıktan gözü kararmış yabani kediler içeri dalıyordu” (17). Evin yanıbaşında duran ve âdeta korku salgılayan bu cangıl, Özgür’ün bilinçdışı olarak somutlaşır ve bir keresinde kahramanın camdan atlayarak cangılda ilerlemeye çalıştığı, ama daha iki adım atmadan elleri ve yüzü kesikler içinde kalarak geri döndüğü de anlatılır (17). Yazarın Hayatın Sessizliğinde adlı kitabında yer alan “Çocukluk Ormanı” adlı bölüm, gecenin erken indiği, bebek mezarları gibi kabarmış süngerimsi toprağı, saldırıya hazır çalıların / dalların saldığı korku ve şiddet içinde “AĞLANAMAYAN”, “ANLATILAMAYAN” acılı bir çocukluk süreci üzerine kurulmuş olmasıyla romandaki cangılla örtüşür (20-23).

Evin diğer cephesinin baktığı Santa Teresa Tepesi’nden gelen ve hiç kesilmeyen silah sesleri, ölümü kovalamakta olan Özgür için uygun bir fon oluşturur. Bir villanın altı stüdyo dairesinden birinde oturan Özgür’ün evi, ince uzun bir salondan, “tabutluk” adını taktığı mutfaktan ve içi kalktığı için bir türlü yok edemediği sülüklerle dolu banyodan oluşmaktadır. Romanın çeşitli yerlerinde bu evin kirliliğine, dağınıklılığına yapılan vurgulara rastlanır. İzmaritle dolup taşmış küllükler, bırakıldıkları yerde birikmiş içecek şişeleri, ortalığa asılmış çamaşırlar ve “boşvermişlik” bunlardan birkaçıdır. “Süslemelere gerek duymayan tinsel bir mekanda” yaşayan Özgür’ün, nesneleri ve mekanları sahiplenip kişiliğinin yansımalarına çevirmekten herhangi bir doyum almadığı söylenir (34-35). İş yaşantısı ve sorumluluk bilinci de pamuk ipliğine bağlıdır. Okulu bıraktıktan sonra bir kursta İngilizce dersleri vermeye başlamıştır, ancak kurs tatile girince, Özgür’ün sorumluluk duygusu da yok olmuştur (25). Çok fazla vakti vardır, “ama kullanılmak için değil, içerdikleri sonsuz boşluğa bir ceset gibi yayılıp kalmak için” (26). Tek yaptığı bölük pörçük bir şekilde romanını yazmaktır ve anlatıcı onun yazdıklarını analiz etme gücüne fazlasıyla sahiptir: “AŞK, yazdıklarına en simgesel biçimde bile sızmıyordu. Kargacık burgacık harflerle, karalamalarla, sağdan soldan fırlayan oklarla doldurulmuş ak kâğıtlarda hep ölüm vardı” (27).

Daha önce, evin duvarında asılı bir afişe dikkat çekilir. Hafif yağlı duran aralıklı dudaklarıyla öpüşen bir çiftin fotoğrafının bulunduğu bir afiştir bu. Bir zamanlar afişi uyarıcı bulduğunu belirten Özgür, bazı geceler dudaklarını afişteki adamın dudaklarına bastırmak ister: “Öpüşmek için değil de sanki daha çok, annesinin gagasına uzanan aç bir yavru kuş gibi” (17). Yalnızlık ve cinsellik temalarıyla birleşen yavru kuşla anne imgesi Özgür’ün annesiyle yaptığı bir telefon konuşmasıyla anlam kazanır. Zaten çok seyrek arayan anne, daha konuşmaya başlar başlamaz fazla uzun konuşamayacağını telefon paralarının yüksek geldiğini belirtir. “saydam mermiler” dediği bu sözler anlık bir bulantı yaratmıştır Özgür’de. Anne konuşacak bir şey bulamamaktadır. Kızının sağlığını sorar. “Hiçbir şey yiyemiyorum. Yemiyorum” diyen Özgür, annesinin bu iki cümle arasındaki yaşamsal ayrımı anlamayacağını bilir. Annesi; üniversiteyi bıraktığını, hiçbir iş güç yapmadığını hatırlatarak, sürekli parasızlıktan yakınan, üstelik bir de kendini riske atarak Rio’da kalan Özgür’e eve dönmesini söyler. İşi, arabası, evi, hazırdır İstanbul’da. Kızına, birlikte Moskova’ya gitmeyi öneren annenin maddi sıkıntısı olmadığı açıktır. Özgür annesine, yazmakta olduğu romanı bitirmek istediğinden bahsederken annesi “Ne çok gürültü var. Gene şu havai fişekler!” diyerek onun sözünü keser. Özgür, evinin yakınındaki gettolardan gelen makineli tüfek sesini havai fişek sanan annesine inanamaz. “Aşılamayan dikenli çalılarla dolu cangıla doğru” koşmak ister (31). “Beni endişeden hasta ediyorsun” diyen annesi, Özgür’e babasıyla görüşüp görüşmediğini sorar. Anne ve baba ayrıdır ve baba da aylardır aramamıştır (30). Telefonu kapatırken, içinden “Anne, lütfen, lütfen beni bırakma. Biraz daha konuş” (32) diye yalvarmak geçen Özgür’ün anne-babasıyla sorunlu bir ilişkisi olduğu, dünyanın en tehlikeli kentinde özellikle anneyi endişelendirmek, onun dikkatini çekmek ya da ona bir şey ispatlamak için kaldığı ortadadır. Anneyle yaşanan bu sorun onun cinsel kimliğinin, cinsiyet özelliklerinin belirlenmesinde de etkili olmuştur. Evinde vazo, çiçek, örtü gibi estetik duygu uyandıran hiçbir şey bulundurmayan Özgür, “kadınsı” diye nitelediği tüm bu şeylerden nefret etmektedir. Kadınsı olmayış, hatta kadın çekiciliğinden, cilvesinden, erkekleri etkileme yeteneğinden yoksun oluş Özgür’ün erkekler tarafından sürekli terk edilmesine neden olur.

Yarı kaçık biri olan Eduardo dışında kimse ilgilenmez Özgür’le. Eduardo da, Rio’lu kadınların neşesinden, cinselliğinden eser bulunmayan Özgür’ü büyük oranda yitirilmiş bir güzellik, yarı-canlı bir hüzün anıtı olarak tanımlar (54). Bir süre sonra Eli adında bir adamla tanışan Özgür, onun adının “Eli, Eli, lama sabactani?” sözleriyle ilgisini öğrendiğinde sarsılır. Bunlar İsa’nın çarmıhtaki son sözleridir: “Baba, baba beni niye terk ettin?” (63). Özgür Eli’ye derin bir bağlılık geliştirecek, hatta cinsel bir ilgi duyacak ama sonra onun yatağına uzandığında kendini cennetteymiş gibi huzurlu duyumsayacaktır. Adı, terk temasıyla özdeşleşmiş olan Eli’ye duyduğu sevginin kökeninde de Eli’nin çocukluğu boyunca şiddet görmüş, tecavüze uğramış, annesiz babasız büyümüş, kısacası çarmıhtaki İsa gibi acı çekmiş biri olması vardır. Özgür kimi zaman kendini Eli’nin annesi gibi hissetmekte, ona sevgi, şefkat ve bakım göstermektedir. Tanıştıkları zaman Özgür’ün gözlerinin benzersiz olduğunu söyleyen Eli, bu gözlerde ne gördüğünü söylememiş, Özgür’ün beklediğinin aksine onu ölüme değil yaşama mahkum etmiştir (64).

Âşık olduğu erkekler onu buluşmak için sözleştikleri yerlerde -bunlar her an ölünebilecek yerlerdir - saatlerce bekletip gelmeyince Özgür bu kentin kendisini gözden çıkardığını düşünür ve aşk konusunda sözü sadece bedenin söylediği Rio’da o da bedenini gözden çıkarır. Cinselliğin başdöndürücü çekim alanında bir uçtan bir uca günlerce savrulup durur ve son gece pes ederek evine döner. Sinir krizleri geçirir, sabaha kadar kusar (82). Sevme ve sevilme gereksinimi dayanılmaz boyutlara varır, ancak bu yetisi yok olmuştur sanki. Rio sokaklarında karşısına çıkan kolsuz bacaksız, ya da yaralı bereli dilencileri gördükçe kapıldığı korkuyu iğdiş edilme korkusu olarak açıklar (96). Rio’daki üçüncü haftasında terk edilmenin acısını aşkla avutmayı umarken, elde etmek istediği adamı başka bir kadına kaptırır. Kadının dişiliğine ve kur yapma yöntemine hayran kalan Özgür, “daracık, cart kırmızı bir elbise yerine, paspal bir kot giydiği; bu yaşa dek kulaklarını deldir[meyip] bir ruj edinemediği; çenesini tutamayıp ‘aşk serüvenini’ ballandıra ballandıra anlattığı için bin pişmandı[r]” (117). Bu kadın için kullandığı “şuh”, “fettan”, “hoppa” sıfatlarını Rio için de kullanır: “Olmak istediği şeyin kusursuz bir görüntüsünü sunan KADIN” (118). Daha önce birkaç kez gördüğü melez bir dilenci kadının ensesinden bıçaklanarak öldürüldüğünü gördüğünde ise şöyle der: “İnsanın yoluna çıkan bütün cesetler, onu tek bir yerinden, en zayıf yerinden vurur: Kendi içindeki cesetten” (121). Bu yaşayan ölü ya da bir ceset olarak yaşama teması, Erdoğan’ın iki romanında da kurguyu belirleyen iğdiş edilmiş bir kadın cinselliğinin, kadın bedenindeki ölü kadının ifadesidir.

Roman boyunca birkaç saldırı atlatan Özgür sonunda saldırıya uğrar. Bu Rio de Janerio’ya âşık olduğunu anladığı gecedir. Kırmızı Pelerinli Kent bitmiş ve ölüme karşı kişisel zafer kazanılmıştır. Havai fişeklerin (Hana-bi Ateş=Ölüm, Çiçek=Yaşam) parıltısı altında gırtlağına bir bıçak dayanır. Saldırgan, yeniyetme tombul bir kızdır. Özgür onu ciddiye almaz. Kızın diri göğüslerine takıldığından dikkati dağılmıştır: “yakası gevşemiş pembe bluzdan taşan iri memelere takılmıştı. Aralarındaki boy farkı yüzünden uçlarını bile seçebiliyordu. Hayatı boyunca gördüğü en çekici göğüslerdi bunlar. Sütle doluymuşcasına dimdiktiler, dipdiri, iştah açıcı. Kendi ütü tahtası bedeninden belli belirsiz bir utanç duydu” (134). Kızın kendisini turist sanmasıyla dikkatini toplayan ve sinirlenen Özgür de birden karşı saldırıya geçer. Ancak biraz da acemi olan kız Özgür’ün bu atağından panikleyek onu bıçaklayıp öldürür. Özgür burada hayatta kalabilmek için ciddi bir mücadele vermiştir. Yaşamla ölümün arasında yaşama doğru savaşmıştır. Bir ceset değil de bir canlı olduğunu hissettiği tek gerçek anların ölümü kovaladığı anlar olduğu açıklık kazanır. Bıçak darbesi almadan önce eliyle çantasına sımsıkı yapışıp, içindeki nesnelerden ayrılmak istemeyişi bunun göstergesidir. Ama ne yazık ki âşık olduğu Rio, Özgür’ü öldürmüştür.

Kabuk Adam’ın anlatıcısı, psikolojiisiyle ilgili tüm temel verileri romanın daha ilk sayfalarında ortaya serer. Avrupanın en büyük nükleer fizik laboratuvarında çalışan anlatıcı, ülkesindeki ve dünyadaki en önemli okulların diplomalarını “kâğıt peçeteler gibi” üst üste koymasına, akademik ve sanatsal alanlarda büyük başarılar kazanmasına karşın durumunu şöyle anlatır: “Oysa gerçekte ben, bunalımdan bir türlü kurtulamayan, hiçbir düşünceye, inanca ya da insana bağlanamayan, sürekli huzursuz, karamsar ve yapayalnız biriydim.Yaşama coşkumu çoktan kaybetmiş, belki de hiç kazanamamıştım” (9). Kişisel tarihinin tek temasının hayal kırıklığı olduğunu söyleyen anlatıcı, ağır aile baskısı ve şiddetle geçen çocukluk yıllarından bahseder. Dünyayı acı çekenler ve çektirenlerin bulunduğu bir savaş alanı olarak görür. “Emekleme çağımdan beri, sadece zeki ve başarılı olduğum sürece sevgi - ya da sevgi diye adlandırılan bir şeyi göreceğimi öğretmişlerdi bana, ama hiç kimse sevmeyi nasıl başaracağımı öğretmemişti” diyen anlatıcı ülser, kolit, astım gibi sinirsel de olabilen rahatsızlıkların çoğuna sahiptir (9-10).

Çalıştığı laboratuvarda tek arkadaşı, kendisi gibi bale yapan, resimle edebiyatla ilgilenen Maya’dır. Bu iki kadının dostluğunu başlatan, birbirlerine geçmişte intihara kalkıştıklarını anlatmaları olur. Dostlukları o kadar ilerler ki laboratuvardakilerin onları lezbiyen sanacağını düşünürler. Yüksek enerji fiziği seminerlerine katılmak için St. Croix adasına giderler. Bu zeki, hırslı, tek düşüncesi çalışmak olan insanların içinde ne aradığını sorgulayan anlatıcı, adada kaldığı süre içinde grup arkadaşlarıyla neredeyse hiç iletişim kurmaz. Seminerlere katılmak konusunda tam bir sorumsuzluk örneği sergiler ve sıkıldığında defterine şunları yazar: “Bir balona şekil veren hava gibi, benim de hayatıma şekil verecek bir şeye gereksinimim var. Şu anda bunun ne olabileceğini bile bilmiyorum, belki ancak sevgi diye tanımlanacak bir şey” (30). Bunu yazarken havuzda çocuğuna yüzme öğreten genç bir anneyi seyretmektedir. “Tanrı, Adem’in burnuna üfleyerek can vermişti” (30) diye yazar defterine. Anneden gelecek bir sevginin şekillendiren, dirilten ya da can veren gücüne duyulan ihtiyaç belirgindir yine. Bu ihtiyaç, Hayatın Sessizliğinde adlı yapıtta da sık sık ifade edilir: “Gecenin nemine bulanmış saçlarını okşayacak bir eli özlemişsindir, içine üflenen soluğu, seni ısıtan, dirilten, kendin yapan soluğu” (28). Bu kez “çözülmemiş nice sırlar ve gizemler taşıyan okyanus”tur (16) ve Kırmızı Pelerinli Kent’te cangılda ilerlemeye çalıştığı gibi burada da okyanusa dalmayı deneyecek, ama korkunç bir paniğe kapılarak, herkesin çok etkileyici bulduğu mercanlara bir kez bile bakamayacaktır (28).

Anlatıcı, adada bir hafta geçirmiştir ki Kabuk Adam Tony’yle tanışır. Jamaikalı Tony dalgıçlık yaparak çıkardığı deniz kabuklarını satıp geçimini sağlamaktadır. Kendisiyle ilgili sorular soran ilk beyaz kadınla biraz daha konuşmak isteyen Tony, uzun zamandır hiç kimseyle birlikte olmadığını söylediğinde, anlatıcı da içinden aynı itirafta bulunur. “Ben senin gibi güzel değilim” diyen Tony için anlatıcı şöyle düşünür: “Gerçekten de çirkindi, boyu aşırı kısaydı -benden bile kısa- ve kaburga kemikleri meydana çıkacak denli zayıftı. Yüzü inanılmaz derecede çirkin, çirkinden de öte, korkunçtu. Kırık dişlerle dolu, ürkütücü bir yarayı andıran ağzıydı bunun nedeni, [....] Sıyrıklarla, açık yaralarla dolu ellerini, paçavralar içindeki cılız bedenini, hiçbir kadın kolay kolay çekici bulmazdı” (33). Tony, anlatıcının kaldığı otelin yakınındaki, Proje denilen gettoda yaşamaktadır. Düşük gelirli insanların barınması için yapılan gettoda, dünyadaki tüm benzerlerinde olduğu gibi açlık ve şiddet hakimdir. Tanışmalarının ardından anlatıcı, Kabuk Adam’la kurduğu ilişkiyi sürdürme arzusu duyar ve tekrar buluşabilmek için marihuana satın almak istediği bahanesini uydurur. Görüşme sonunda, bu kez Tony ilişkiyi sürdürme talebinde bulununca birden şaşırtıcı biçimde tavır değiştiren anlatıcı davranışını şu sözlerle gerekçelendirir: “Yalnızlığa öyle alışmıştım ki, bir başkasının ilgisini ancak bir tehdit olarak algılayabiliyordum. Yabani bir hayvanın insan karşısında tedirginliğine benzeyen bir duyguydu bu. İçimdeki ceset uyandırılmaktan korkuyordu” (43). Sonraki buluşmalarında Tony onu karşı kıyıya götürmek ister ama yolun uzadıkça uzaması, ıssız yerlerden geçiyor olmaları, anlatıcıyı korkutmaya başlar. “Tony bana tecavüz etmek istese -bu durumda beni öldürürdü mutlaka- onu engelleyebilecek hiç ama hiçbir şeyim yoktu. Birden, dehşet içinde, yıllardır bir kadınla beraber olmadığını söylediğini anımsadım” (47) diyen anlatıcı için yolun kalan kısmı bir işkenceye dönüşür. Tony’nin çantasında iri bir bıçak olduğuna inanır ve gırtlağı kesilmiş hâldeki şişmiş cesedinin iskeleye vurduğunu canlandırır gözünde. Az sonra ansızın karşısına fırlayan üç dobermanın saldırısından Tony’nin verdiği taktikle kurtulur. Ormanın derinliklerine doğru yürüdüklerinde bacakları çalılardan parçalanmış yabani bir at görürler. Tony sayesinde ona dokunmayı da öğrenir. Ata sarılmış onun burnunu öperken kendini seyreden Tony için “Tony, kızının ilk adımlarını seyreden bir baba tavrıyla izliyordu beni” der (51). Daha sonra Tony, anlatıcının ellerine eldiven gibi geçirdiği deniz kabuklarını bir silah gibi kullanarak kendini nasıl koruyacağını da gösterir (75). Bütün bunlar anlatıcıya babanın öğretmediği şeylerdir. “Tony bana bir baba şefkati göstermişti. İçgüdüm, baba-kız rolünü sürdürdüğümüz sürece güvenlikte olduğumu söylüyordu” (51) diyen anlatıcı fikir değiştirir; katillerin de herkes kadar duyarlı olabileceğini, babaların kızlarını öldürmelerinin de görülmemiş bir şey olmadığını söyler (52).

Tony’nin hedeflediği yere vardıklarında Tony ilerdeki otel yıkıntılarını göstererek o yıkıntıda yaşayan bir arkadaşı olduğunu, onu bulup döneceğini söyler. Anlatıcı bu kimsesiz kuytuda tanımadığı iki adamladır ve yaşamla ölüm arasında kaldığında uyanan canlı kalma dürtüsünün denetimine girer yine. Tony arkasını döndüğü anda kaçmayı planlar, ancak Tony giderken “Şu anda benden kaçıp gitme” der (53). Bu dilek anlatıcıda bir şok yaratır: “ ‘Kaçıp gitme’, ‘benden kaçıp gitme’, ‘BENDEN’, Ağlamak istiyordum. Bir zaman birisi BENDEN kaçıp gitmiş miydi? Kimdi bu annem miydi?” (53). Anlatıcı kaçıp kurtulmak istese de kaçamaz; Tony arkasında kaldıkça öldürülme korkusu keskinleşir. Dönüş yolunda anlatıcı, Tony ile bu yolculuğa çıkma nedeninin bilinçaltı bir istek olduğu düşüncesine kapılır. Bu Tony tarafından öldürülmektir (57). Bunu fark ettiğinde geçmişteki intihar girişimini paylaşır Tony ile. Tony, intihar için tabanca kullanıp kullanmadığını sorduğunda ikinci bir şok yaşar. Tabanca sözcüğü onu altı yaşında yaşadığı bir olaya götürmüştür. Annesinin evi terk ettiği günlerdir. Babası eve bir Kırıkkale getirmiş, bununla annesini öldüreceğini söylemiştir. Dört gün, dört gece gözlerini silahtan ayırmayan çocuk ne kadar istese de dokunamamıştır silaha (59).

Tony, anlatıcıya aşkını dile getirdiğinde, anlatıcı yakında gideceğini, kendisine âşık olmamasını söyler. Oysa sevilmeye her şeyden çok gereksinim duyduğu bir zamandır ve o bu sevgiyi reddetmektedir. Kabuk Adam’ın gövdesinin hayat dolu duruşunu seyrettiği bir gün ona karşı cinsel bir heyecan hisseder. Ama bir başdönmesi ve sıkıntıyla gelen bu duyguyu hemen baskılar. Tony, sevişmek istediğini söylediği zaman da bunun imkansız olduğunu belirterek odasına koşar. Sonraki görüşmelerinde Tony eskiden bir adamı öldürdüğünü, anlatıcı ise 10 yaşındayken saldırıya uğradığını ve 25’inde bir tanıdığının kendisine tecavüz ettiğini anlatır. Tecavüz için adamı kışkırtmıştır, çünkü 10 yaşındaki saldırıdan beri suçluluk duymaktadır. “o şaşı adamın yaka paça karakola götürülüşünün utancı, beni hep o yarıda kalmış girişimi tamamlamaya, gerçek bir tecavüzü kovalamaya itti” (101) diyen anlatıcı bu iki olaydan çok da etkilenmemiştir, çünkü cinsellik konuşunda yaşadığı şiddetten tecavüzün bıraktığı izleri seçemez olmuştur. Bu itiraflardan sonra bir iyileşme sürecine giren anlatıcı fizikçiler grubuyla gittiği bir barda tanımadığı başka bir siyahi ile dans eder. Bu dans bir çeşit sevişme olarak anlatılır. Dansla başlayan dönüşüm uykuda boşalmayla devam eder ve rüyada sevişilen kişi azraildir. Anlatıcı Tony’e gösterdiği ilgiyi başka erkeklere yönlendirmeye başlamıştır. Bir gece kendisine ilgi duyan Amerikalı otel görevlisi John’un evinde kalır. John da gençliğinde tecavüze uğramıştır. Birlikte uyurlar ve sabah anlatıcı Johnla sevişmek istese de arzuları öfkeye ve umutsuzluğa dönüşür. Sevişmeyi her denemesinde olduğu gibi bu denemesi de başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Günlerdir görüşmediği Tony, adadaki son gününde anlatıcıyı ziyarete gelir ve yasak bir deniz kabuğunu çıkarırken polise yakalandığını söyler. Şimdi ödemesi gereken büyük bir para cezası vardır, bu yüzden de yeniden uyuşturucu işine dönecektir. Tony bayılacak kadar aç olduğunu söylediğinde anlatıcı odada yemek bulunmadığına üzülür ama Tony için yemekhaneden bir şeyler almayı da uygun bulmaz. Üstelik kendisi de açtır ve hemen yemekhaneye gitmezse yemek hakkını kaybedecektir. Bu yüzden yemeğe gitmesi gerektiğini belirterek Tony’den kurtulmaya çalışır. Ona biraz para verip akşam tekrar gelmesini söylese de Tony bir daha gelmez. Anlatıcı sevgi dolu bir adamı öldüresiye yaraladığını bilerek adadan ayrılır. New York’ta bir süre daha ölümün sınırında dolaştıktan sonra Tony’ye ikiz kardeşi gibi benzeyen ve onunla tıpatıp aynı adı taşıyan (Raymond Antony Clark) bir siyahi ile sevişmeyi başarır.

Psikolojik veriler bağlamında gerekli bağlantılar öne çıkarılarak özetlenen iki romanda da ilk elde değerlendirilmesi gereken, kahramanın çocukluk deneyimleri ve anne-babasıyla olan ilişkileridir. Kırmızı Pelerinli Kent’te annesinin ilgisini çekmeye çalışan, büyük bir sevgi eksikliğiyle ölümü kovalayan Özgür ve Kabuk Adam’da annesi tarafından terk edilmiş olan adsız anlatıcı gelişmemiş bir cinsel kimlik, ölü kadınlık, bastırılmış ya da kışkırtılmış sahte cinsellik temasında buluşur. Bunlar en çok anlatıcının duygusal ilişkilerinde görünür olmaktadır. Otto Kernberg, aşk ilişkilerinde normallik ve patoloji konularını araştırdığı Aşk İlişkileri adlı yapıtında, bireyin kendisini erkek ya da kadın olarak görmesi anlamına gelen “çekirdek cinsel kimlik” ve sosyal, kültürel etkilerle belirlenen “cinsel rol kimliği” kavramlarını ele alır (22). Erdoğan’ın romanlarında kadın kahramanın ölü kadınlığı, kendini kadın olarak hissetmemekten, yani çekirdek cinsel kimliğin yeterli biçimde gelişmemesinden kaynaklanır. “Bir çekirdek cinsel kimlik tayini ve benimsenmesi, pratik amaçlarla, erkek ya da dişi olarak görülen cinsel rollerin güçlenmesini belirler” diyen Kernberg, çocuğun anne ve babayla bilinçdışı özdeşleşmesinin toplumsal olarak cinslerden biri ya da diğerine atfedilmiş rollerle bilinçdışı özdeşleşmesi anlamına geldiği oranda, biseksüel tavırların ve davranış kalıplarının, evrensel bir insani potansiyel olarak biseksüellik yönünde güçlü eğilimler göstereceğini belirtir (25). Kırmızı Pelerinli Kent’te Özgür’ün barlarda yarı çıplak dolaşan kadınların gövdelerine duyduğu hayranlık, boğazına bıçak dayamış kızın göğüslerine verdiği dikkat bir yana; sonunda “şuh”, “hoppa”, “fettan” sıfatlarını kullanarak betimlediği, yani kendisinin “olmak istediği kadın” olarak algıladığı Rio’ya âşık olduğunu söylemesi eşcinsel eğilimin göstergesidir. Kahramanın anneye olan düşkünlüğü, onun ilgisini üzerinde toplamak için dünyanın öbür ucunda oluşu, İsa’nın çarmıhtaki sözleriyle özdeşleşen Eli’ye gösterdiği annelik dolayımında belirginleşen terk psikolojisi, anlatıcının anne ve babayla özdeşleşme sürecini ve anneden ayrışma sürecini sağlıklı bir şekilde tamamlamadığını düşündürür. Aslı Erdoğan, Milliyet’te yayımlanan söyleşisinde Elif Korap’ın sorularını yanıtlarken, annesinin inanılmaz güzel bir kadın olduğunu, evlerinde annenin güzelliği, babanınsa zekâyı ve gücü temsil ettiğini belirterek, “Babamı örnek alıyordum. Ben çirkin ve zeki taraftım” der ve başka bir soruyu yanıtlarken şunları da ekler: “Erkek çocuk isteyen bir ailenin kız çocuğuydum. Baştan beri kadın olmayı reddettim ben”. Erdoğan’ın bu sözleri romanlarının başkahramanlarının durumuyla koşuttur. Peki kadın cinsiyetinin öldürülmesi, rol kimliği olarak anneyi değil de babayı alma, ailenin erkek çocuğu olabilme arzusundan mı gelmektedir?

Erdoğan’ın Hayatın Sessizliğinde adlı yapıtında anneye dair yazılanlarda Erdoğan’ın, çocuk sahibi olmak istemeyen ve bir zorunluluk olarak doğurduğu çocuğa yeterli bakım ve sevgi gösteremeyen bir anne figürünü sorunsallaştırdığı gözlenir: “Bazen yüzüme uzun uzun bakardı annem. Ansızın gözleri bomboş kalırdı, kurumuş bir ırmak yatağı gibi. Hayat bütünüyle geri çekilirdi artık kimseye ait olmayan o bakıştan... Öyle zamanlarda varoluşumun özündeki korkuyu hatırladım. Kapının önünde korkuya yenilip kaçtığı kürtaj” (7-8). Özgür’ün yazdığı roman için “istenmeyen çocukların boynu büküklüğü vardı onda” demesi (68) ve romanlardaki benzetmelerin çoğunun anne-bebek ilişkisi dolayımında yapılması bu bağlamda önemlidir. Hayatın Sessizliğinde’de acıyla kana boğulmuş anne imgesi hayal kırıklığıyla betimlenir. Yapıtta birkaç kez tekrarlanan “Eksik Kalan” başlıklı bölümlerde anlatılan eksik doğurulmuş, tamamlanmamış bir bebek, annenin yarım bakışını devralmıştır. Bu eksikliğin onun cinsiyeti, cinsel kimliği olduğu söylenebilir. Annenin arzuladığı nesne olmak için çirkin ve zeki olmayı, yani baba gibi erkek olmayı seçen bir kız çocuğu anne tarafından öldürülmüş bir kadın cinsiyeti temasına varır.

Kırmızı Pelerinli Kent’te, Özgür’ün tam da olmak istediği kadın olan Rio de Janerio’ya âşık olması ve âşık olduğu Rio’nun onu öldürmesi bu temaya birebir uyar. Anneyle özdeşleşme gerçekleşmemiş, dolayısıyla cinsel rol kimliği olarak kadın kimliği tam olarak seçilmemiştir. Yani annenin davranışları bebeğin cinsel kimliğinin sağlıklı bir biçimde oluşmasını engellemiştir. Özgür olmak istediği kadın tarafından, Rio de Janerio, yani anne tarafından öldürülür. Özgür cangılı aşamaz, ancak kahramanın psikolojik verileri gizemin çözülmesi için yeterlidir. Kabuk Adam’da ise sorunun ikinci nedeni olan baba söz konusudur. Kabuk Adam Tony’nin anlatıcı için baba yerine geçmesi ve ona babanın öğretmediği şeyleri öğretmesi, babayla özdeşleşebilen anlatıcının cinsel kimliğini kazanmasını, gelişim sürecinde oluşan aksaklıkları bir baba ikamesiyle telafi etmesini sağlar. Tony, deniz kabuğu çıkaran bir adamdır, yani bir canlıyı kabuğundan çıkarmakta, ancak bir yandan da canlının ölümüne sebep olmaktadır. Bu anlatıcının babayla olan hassas, temkinli ilişkisine denk düşer. Anlatıcı Tony’den öğrenecektir ama onun tarafından öldürülmemeyi de başarmak zorundadır. Babanın yapamadığını, ikame baba yapar. Özgür’ün çok arzulamasına karşın Tony ile sevişmemesi de bu bağlamda açıklık kazanır: Tony ile baba-kız ilişkisi kurmak ve öldürülmemek için kabuğunu çıkaran Tony’den bir an önce uzaklaşmak. Anlatıcının okyanusun çağrısına uyarak Tony’yle iletişimini sürdürmesi, cangılla kuramadığı ilişkiyi sonunda okyanusla kurabilmesi bu düşünceleri destekler. Anlatıcının eşcinsel ya da biseksüel eğilimleri pratiğe yansımaz. Siyahi sevgililerin teni ile kendi beyazlığının zıtlığına yapılan vurgu, zıttını sevmek bağlamında karşı cinste ısrar etmek olarak da okunabilir. Baba yerine geçen Tony sayesinde ödipal bir çerçeve kurulmuş, eşcinsel ve biseksüel eğilimlerin eyleme geçmesi engellenmiştir. Erdoğan’ın, Korap’ın sorularını yanıtlarken 10 yaşında cinsel saldırıya ve gençlik yıllarında tecavüze uğradığını, 10 yaşındaki saldırıdan sonra polislerin götürdüğü saldırgana yapılanları öğrenmesinin ardından bir daha toparlanamadığını, sürekli suçluluk hissettiğini söylemesi romandaki suçluluk duygusu ve saldırıya uğrama temalarını düşündürür. Kabuk Adam’da işlenen tema, anlatıcının cinselliğini yitirme nedenlerinden biri olarak sunulur. Annenin onu terk edişi, babanın anneyi öldürme tehdidi ve cinsel saldırılar birleştiğinde ortaya çıkan cinsel gerileme son derece anlaşılırdır. Bilinçli ve bilinçdışı suçluluk duyguları da bunlara eklenebilir. Anneyi bir şekilde incitmiş olmak, erkek doğmamış olmak ve saldırganın cezalandırılmasına neden olmak... Ailenin arzuladığı erkek çocuk olmama, anlatıcının ölümün kıyısında gezerek kendini cezalandırma biçimi olarak da görülebilir. Bütün bu saldırı, tecavüz ve bilinçli / bilinçdışı suçluluk duygusu anlatıcının kendini lekeli, yaralı, zedelenmiş hissetmesine neden olur ki, bu onun nesnelerle kurduğu ilişkiyi belirler. Çeşitli söyleşilerinde eşyalarının eski, yanık yırtık olduğunu dile getiren Erdoğan, Hayatın Sessizliğinde’de dokunduğu, kullandığı tüm nesnelerin yıpranmışlığını anlatarak şöyle der: “nesnelerin zedelenmiş yüzeyinde kendimi görüyordum. Kendi zedelenmiş tenimi... Boşluğa, hem içimdeki, hem dışımdaki boşluğa direnen, incecik bir zar gibi yaralı bereli” (62). Kırmızı Pelerinli Kent’te, Özgür’ün ev sahibinin dairesindeki yepyeni, gösterişli eşyalar karşısında hissettiği aşağılanmayı anlamak için önemlidir bu. “Ona tepeden bakan küstah, züppe nesnelerle kuşatılmıştı, aynaların bile alay konusuydu. Antika bir guguklu saat ‘seni budala’, ‘seni budala’ diye ötüyordu saat başı” (118).

Her iki romanda da kahramanı en çok sinirlendiren durum, karşısındaki insanların onu turist olarak görmeleridir. Anne tarafından istenmeyen, yani annede yer bulamamış bir bebeğin, gidebileceği en uzak ülkelerde kendine bir yer araması, içine girdiği tehlikelerden anne-baba tarafından kurtarılma umudunu yitirip sözcüklerde yer bulması “turist” sözcüğüne gösterilen tepkiyi anlaşılır kılabilir. Benzeri pekçok detay ortaya konan örüntüye rahatlıkla eklemlenebilir. Oluşmamış bir kendilik, alkol ve uyuşturucu aldığında coşkulu, yaşam dolu bir insan olma, sahte aşırı cinsellik ve cinsel ketlenme, depresif ve mazoşistik yapılar, nesne ilişkileri sorunları gibi olgular nedeniyle Otto Kernberg’in sınır durum kişilik örgütlenmesi tanımlamasına (19-51) uyan kahramanların yaratıcısı olan Erdoğan’ın romanları belli bir ölçüde yazarın psikolojik otobiyografisi olarak da okunabilir.

Kaynaklar

Erdoğan, Aslı. “Baştan Beri Kadın Olmayı Reddettim”. Söyleşiyi yapan: Elif Korap.

http://www.milliyet.com.tr/pazar/axpaz01.html (10 Nisan 2006)

—. Hayatın Sessizliğinde. İstanbul: Merkez Kitaplar, 2005.

—. Kabuk Adam. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2002.

—. “Kırmızı Pelerinli Melek”. Söyleşi. Picus (Aralık 2004): 14-16.

—. Kırmızı Pelerinli Kent. İstanbul: Adam Yayınları, 1998.

— . “Roman Yazmak Kolay, Zor Olan Anlamlı Bir Cümle Kurmak”. Radikal Kitap (15 Temmuz 2005). http://www.ucansupurge.org/

Kernberg, Otto. Aşk İlişkileri. Çev. Abdullah Yılmaz. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2003.

—. Sınır Durumlar ve Patolojik Narsisizm. Çev. Mustafa Atakay. İstanbul: Metis Yayınları, 1999.

*Bu yazı Özgür Edebiyat'ta yayımlanmıştır.

Turgut Uyar’ın Şiirlerinde Cinsellik

Turgut Uyar’ın Şiirlerinde Cinsellik

ve

“Hepimizi Vakitten Kurtaracak” Başka Şeyler Üzerine*

Nilay Özer

İlk kitabı Arz-ı Hal (1949)’in peşinden Türkiyem (1952)’i yayımlayan Turgut Uyar, bu iki kitabı belirleyen aşınmış dilden ve klişeleşmiş dünyalardan sıyrılıp; hızla sanayileşen şehirlerin gürültüsünü duyurabilecek bambaşka bir şiir diliyle yadırgatıcı dünyalar kurduğu üçüncü kitabı Dünyanın En Güzel Arabistanı (1959)’yla dikkatleri çekmiş, Tütünler Islak (1962) ve Her Pazartesi (1968)’yle bu dili ve dünyaları pekiştirmiştir. Uyar’ın, “Geyikli Gece”, “Terziler Geldiler”, “Ölü Yıkayıcılar” gibi şiirlerinin bulunduğu bu kitaplar epik/dinsel söylemlerin modern şiir içinde dönüştürülmesi bağlamında öne çıkmakta, bu söylemlerle ilişkilendirilmiş tutarlı bir cinsellik kurgusu sunmaktadırlar. Arz-ı Hal ve Türkiyem’de ipuçlarına rastlanılan, ancak Dünyanın En Güzel Arabistanı’na kadar temellendirilmeyen kurgunun Her Pazartesi’den sonra devam ettirilmediği görülür. İlk iki kitapta çoğunlukla karısıyla sürdürdüğü hayatına şükreden bir erkeğin sesi duyulur: “İşte günlerden bir gün Elâgözlüm, / Yeni bir başlangıçla bitecek ömrümüz. / Amenna ve Saddakna, / Bari hoşça geçse günümüz” (Ölüme Dair Konuşmalar 25). Ancak bu erkek kimi zaman başka bir kadın hayâli ile başını alıp gitmekten, çoluk çocuğu terk etmekten söz eder: “Bir gün bir yağmurla garip garip / -Çoluğu çocuğu terk edeceğim.- /Bir sevgiyle doymayacak kalbim, anladım /Alıp başımı gideceğim” (Uzak Kederler İçin 69). “Memur Karısı”nda “Ayağında ipeğin en kötüsü / Sen onuncu derece memur karısı / Çileli vefakâr kadın, kalbimin yarısı” (23) diyerek türlü sıkıntılarla yaşanan bir evliliği belirgin kılan Uyar, “Geceleri hep başka kadınları düşünüyorum; / Uzak, hain ve mavi” (Karpit Lambası 67) gibi dizelerle başka aşkların ve kadınların büyüsüne kapılmanın çekiciliğiyle, çoluk çocuk ve evliliğin kutsanması arasındaki gel giti dışavurmaktadır. Dünyanın En Güzel Arabistanı, Tütünler Islak ve Her Pazartesi’de büyük şehrin hengamesi altında sıkışmış bir erkek konuşur. İnsana yer bırakmayan nesne yığınlarının içinde kendini hatırlamaya uğraşan erkek, cinselliği bir tür kurtuluş olarak görmektedir. Toplandılar (1974), Kayayı Delen İncir (1982), Dün Yok mu (1984) ve ölümünden sonra yayımlanan Son Şiirler (1985)’inde söz konusu cinsellik anlatısına rastlanmaz, ancak bu anlatının sonuçları olabilecek dizeler göze çarpar. Uyar’ın şiir serüveninin başat konularından olan, şairin en ilginç dönemini belirlediği gibi Türkiye’nin de ekonomik, toplumsal ve siyasi açıdan hızla değiştiği bunalımlı dönemlerine rastlayan cinsellik teması merkezinde yapılacak bir okuma anlamlı görünmektedir.

Dünyanın En Güzel Arabistanı, “Geyikli Gece”yle başlar. “Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta / Her şey naylondandı o kadar” (111) diyen anlatıcı, bu naylon dünyadan korkanlara geyikli geceyi anlatır. Yeni şeyleri yadsıyan ama eski şeylerle de avunamayan anlatıcının olup bitenlerde bir payı yoktur. O, geyikli geceye geçip cinsellik sayesinde kendini bu karmaşadan ayıklamayı, yaşamsal gücünü hatırlayarak nesneleşmekten kurtulmayı ummaktadır. Uyar’ın cinsellikten beklediği kurtuluş pek çok eleştirmen tarafından dile getirilmiştir. Fethi Naci, “O Korkak Geyik Yavrusu Bayram Arifesi” başlıklı yazısında “Turgut Uyar, sürekli olarak bu temayı işler, döner dolaşır buna gelir. Hep bir kadınla kurtulmak umudundadır” (60) der. “Kan Uyku” şiirindeki, “Bir korkuyorum yalnız kalmaktan bir korkuyorum / Gündüzleri delice çalışıyorum geceleri kadınlarla / yatıyorum / Sonra birden büyümüş görüyorum ağaçları / Kısrakları birden yavrulamış” (121) dizeleri çalışma, cinsellik ve üreme olgularının ölüm korkusuyla ilişkisini görünür kılmaktadır.

George Bataille, Erosun Gözyaşları adlı yapıtında Lascaux mağarasındaki resme odaklanır. İ.Ö 13500 yıllarında çizildiği düşünülen resimde, okla yaralanmış bir bizon, bizonun yanında da kuş kafalı ölü bir adam yatmaktadır. Bizonu yaralayan adamın penisinin kalkık durumda resmedilmesini anlamlandırmaya çalışan Bataille, insanların çok eski zamanlarda bile ölüm hakkında korkutucu bir bilgiye sahip olduklarını söyler (13). Cinsel etkinlik karşısındaki çekinme duygusuyla ölüm ve ölüler karşısındaki çekinmenin benzeştiğini savunan Bataille, ölüm bilincinin erotizmle olan birliğini açık biçimde görmenin zorluğuna değinerek şöyle der:

Erotik doruk hatta, en büyük gücü ve en büyük şiddeti iki varlığın birbirini çektiği, birleştikleri ve sürüp gittikleri anda ortaya çıkan bu yaşamın doruğudur. Burada sözkonusu olan yaşamdır, yaşamın yeniden üretilmesidir ama yaşam yeniden ürerken taşar; taşarken en uç coşkuya ulaşır. Kıvranırken, kendinden geçerken, zevkin aşırılıkları içinde kaybolan bu birbirine karışmış bedenler daha sonra onları çürümenin sessizliğine adayacak olan ölümün tersine giderler. Aslında, görünüşe göre herkes için erotizm, sonsuzca ölümün yıkıntılarını onaran doğuma, üremeye bağlıdır. (18)

“Geyikli Gece”, “Akçaburgazlı Yekta”, “Terziler Geldiler” gibi şiirlerde kendini duyuran epik söylem, geyik gibi mitik ögeler ve kutsal kitaplara gönderme yapan dizeler, Bataille’in yazdıklarıyla düşünüldüğünde, Uyar’ın, sanayileşen şehirler ve modern yaşamla barışıksızlığını ilkel korkularla ilişkilendirdiğini düşündürür. Şehirdeki hayatın yarattığı ruhsal kirlilik ve nesneler içinde kendini yitiren bir adamın betimlendiği “Kaçak Yaşama Yergisi”, Uyar’ın cinsellik kurgusuna “iğrenti”yi ekler:

Hiç umrumda değil yoksa yalnızlıklar, bozuk paralar, uzun boylu ayışıkları, gelip gelip giden sarhoşluklar, sabahleyin yalnız yatakta az az üşümek, hani insanın kendi kendini bulamadığı, hatırlayamadığı saatler olur ya, işte onlar. Bir keresinde böyle saatlerin birinde bir şarkı duymuştum da işimi gücümü koyup sokak sokak bir kadın aramaya çıkmıştım. Sonra bulamamıştım. Bir iğrenmiştim nedense, gidip bir köşede kusmuştum. (123)

Şehrin bir yandan insanı yalnız bırakan diğer yandan bu yalnızlık içinde bile kendini hatırlamasına izin vermeyen düzeni anlatıcıyı cinselliğe yöneltir. Ancak bu cinselliğin mide bulandırıcı bir yanı vardır. Anlatıcı bunu fark ettiği anda kendini kirlenmiş kalabalıklardan koruması gerektiğine inanır: “Kadınlar adamlar şehri uğultularla dolduran namussuz /kalabalık /yorgun kalabalık iyi kalabalık alaycı düzenbaz kalabalık / Bir karışsam içlerine bir uysam biraz gülmesem / Ertesi gün kimbilir nasıl yaşarım” (124). Şiir anlatıcının çalıştığı odayı anlatması ve eve hep arka sokaklardan döndüğünü söylemesiyle sürer. “Eve geliyorum seni buluyorum bir seviniyorum bir kızıyorum / Sonra biliyorsun” şeklindeki son dizelerse kaçak yaşamanın, yani dışarıdaki yaşamdan kurtulmanın aracı olarak cinselliği önceler. “Eve gelme” ile yaşanan cinselliğin iğrenti yaratan bir niteliği yoktur. Ancak “Meymenet Sokağına Vardım” şiirinde, “Meymenet sokağının tadını hep bilirim ama gidemem / Oturur dosya düzenlerim akşama kadar / [....] / Bir vakit var yeşille beş buçuk arasında / Evrenin sevişmek için yorulduğu yumaşadığı isteklendiği” (125) diyen anlatıcıyı Meymenet Sokağı’na gitmekten alıkoyanın çalışma yaşantısı olduğu görülür. “Üçyüzbin”de “Elimden tut beni acar balıklara alıştır / Tekin durmayı öğret acıkmış aç kayalarda / Gel amansız pencereme perde ol kurtulayım” diyen anlatıcı, seslendiği kadına eve gidip odalara kapanmayı ve gerekirse sevişmeyi önerir (127). “Denize Gidip Dönen Mavilerin Bire İndirgenen Üçlüğü”nde ise, “Yeniden şehirler kuralım şimdikilerine benzeyen / Baştan başlayalım susamlara ekmeklere / denizaşırılarına sevmelere” der (129). Dünyayı bu yeniden kuruş, erkeğin çalışması ve kadının cinsel çekiciliği ile olacaktır ki şiir şu dizelerle biter: “Ben yılmam taş çekerim çamur kararım ben / Senin de gürül gürül saçların var nasıl olsa” (129). Yapılan şehirleri yıkmak, erkeğin çalışkanlığı kadının doğurganlığı ile yeni şehirler kurmak düşüncesi Uyar’ın şiirinde geniş yer kaplar, ancak ona gelmeden önce çocuk konusunun ele alınması gerekir.

“Güneşi Kötü O Evler” adlı şiirde geçen, “Aldım kendimi oralara götürdüm ben bu evlerde / döner kebap yiyemem / Çocukları sevmek gelmez içimden gülsuyu / koklayamam” (130) dizelerinde çocuk ve gülsuyuna bir kutsiyet atfedilmektedir. Anlatıcı, bu evlerde dikiş diken kızları kutsal olan şeylere hazırlar: “Alırım karşıma bir bir belletirim dalların yeşermesini / kuzuları mutluluğu ölmemeyi / Ölüme karşı durmayı en çok en çok onu yenmeyi” (131). Kuzuların temsil ettiği çocuk, ölüme karşı durma bilincine, yani üreme amaçlı cinselliğe bağlıdır. Çocuk olgusunun önem kazanmasıyla, çocuksuzluğun ve üreme amacı olmadan sevişmenin olumsuzlandığı dizeler öne çıkar. “Akçaburgazlı Yekta’nın Mahkeme Kararını Aldığında Söylediği Mezmurdur”, hem zinanın sorgulanması hem de çocuksuzluğa yapılan vurgu açısından önemlidir. Yekta, mahkemede Gülbeyaz ve Sinan’la tanışmalarını anlatırken “Birlikte yaşıyorlardı, çocuksuzdular” der (134). Gülbeyaz’la Sinan’ın birlikte yaşamalarının ve çocuksuz olmalarının ortaya çıkan duruma bir katkısı olmalıdır ki Yekta sözlerinin sonunda, “Ben Yekta, cahil, çocuksuz, bunları pek hoş bulurdum” diyerek çocuksuzluğa tekrar değinir. (136-40). “Bir Kantar Memuru İçin (İncil)” de Hümeyra’yla evli olan Yekta’nın, Hümeyra’nın kızkardeşi Azra’ya tutulduğu, ancak Azra, “Kadınım seninleyim istersen al” (147) dediğinde bile dayanılmaz arzularına karşı koymayı başararak kimseyi aldatmadığı anlatılır. Ortada Hümeyra ile kurulmuş bir yuva vardır. Akçaburgaz’dan gelen ve hiçbir şey kirletmeyen Yekta bastonuna dayanır ve çatılar tarafından bölünüp duran gökyüzünün görünüşünü hoş bulmayarak işçilere “Yıkın” der. “Bu şehri nasıl yapmışlar böyle üstüste, ne gökyüzü komuşlar ne günaydın, ne buldularsa getirmişler” (148) diyen Yekta, Akçaburgaz’ın tarihini anlatır. Yekta’nın dedeleri, yanlarında kadınları ve hayvanlarıyla güneyden gelmişlerdir. Örtünecek giysileri ve aşkları vardır. Çatılarını aşkla kurarlar ve Akçaburgaz büyür. Her şeyi üst üste koyarak yollar, çeşmeler, dükkânlar yapar, yasalar koyar, mahkemeler açarlar.

bir şeyin bu kadar şey içinde gitgide küçüldüğünü yittiğini sezinliyorlardı ama bulamıyorlardı, bulamıyorlardı da değil, umursamıyorlardı, onsuz olunur diyorlardı, yerine başka şeyler koyuyorlardı, ama öyle bir şey ki yittikçe önemi azaldıkça düzeni etkileyen, bilisizliği artıran, evleri oturulmaz, sokakları dolaşılmaz hale koyan, kişiyi boş vakitlerden kaçıran bir şey, ben uyarbaşkanı olunca buldum, şimdi yıkın diyorum, ilkin bu evleri, bu kötü, üst üste evleri yıkın, bu sokakları, bu eski harap kışlaları, bu dükkânları bu duvarları; bu gökyüzlerini kurtaralım, yıkıyorlar. (149)

Bu yıkım sırasında kadınlarla çocukların kendisinden yana olduğunu söyleyen Yekta için şehirlerin kuruluşunda insanı mutsuz eden, yaşamı imkansız kılan bir yanlışlık vardır. Modern bir yaşamı kuran detaylar çoğaldıkça bir şey yitip gitmekte, bu da evleri oturulmaz, sokakları dolaşılmaz kılmaktadır. Şiirin sonu, yitip giden şeyin; insana kendisini sürekli hatırlatacak, nerdeyse kutsanmış bir sevgiyle gelen cinsellik olabileceğini düşündürür:

-Adamlar kadınları alıp Arabistan’a götürürlerdi balkonlu evlere koyarlardı gündüz işlerinde güçlerinde onların evlerde beklediğini düşünüp hızlanırlardı onları kucaklarlardı, çocuk yaptırırlardı onlara. Bunları bilince kolayca atıyorum sürgün krallar gibi umurumda olmuyorlar (151)

Adile, Erhan ve Yekta arasındaki üçlü ilişkiyi anlatan “Toprak Çömlek Hikâyesi”, Adile’nin her ne şekilde olursa olsun cinselliği savunması ve ihanet üzerine kurulmuştur. Cinselliğin “ne günah ne ayıp ne uygunsuz” (165) olduğu söylenen “Ara Parça” ya rağmen anlatı kötü biter. Küçük bir kent olan Akçaburgaz’dan kalkıp büyük kente gelen Yekta’nın Akçaburgaz yalnızlığına sığınması düşündürücüdür (173). Uyar, cinsellik konusundaki düşüncelerini netleştirememekte, cinsellikle sağlanacak kurtuluş problemini çözümleyememektedir. “Yeşil Badana Kurtulmak”da, “Kuzuların sevip sevip yediği otlardan topluyorum / Kuzulara vereceğimden değil, yok değil / Böyle çocukların sevdiği işler yapmak / pek hoşuma gidiyor” (174) diyerek çocuk olgusuna dönen anlatıcı, “Büyük Ev Ablukada” adlı şiirde sorunu tekrar masaya yatırır. “(Ekmek vardı tereyağı vardı utanılacak / bir şey yoktu / Bir şey daha yoktu ama kavrıyamıyordum / İşte böyle olmak en iyisidir olmakların / Bir küçük çocuğu tutttum otobüsten indirdim / [...] / Yok olan önemli bir şeydi Allah kahretsin)” dizeleriyle bir çözümsüzlük içinde olduğunu ortaya koyar (186). “Bakın bu şehri ben kurdum ben büyüttüm ama sevemedim” dizesi anlatıcının yaşadığı şehrin yapılandırılışı konusundaki rahatsızlığını gösterirken, “Bizi tutkulara çağırdı otobüse sosise buzdolabına / Telefona sinemalara radyolara bir sürü kancık sevdalara / sürü sürü mutsuz alışkanlıklara” (186) dizeleri problemin nedenini açımlar. Modern yaşamın insanı kuşatan tutkuları bir abluka yaratmaktadır. Şiirin sonu kurtuluş için çözüme ulaşıldığı izlenimi verecek niteliktedir:

Bak ben seni nerenden kurtaracağım şaşacaksın

Şimdi bu taşları biz çektik değil mi ocaklardan

Bu asfaltı biz döktük biz onardık değil mi

Bu yapıları oniki kat yapmak bizim aklımızdı

Biz kurduk istesek umursamayız ya

(Abluka burda başlıyordu çünkü)

Ekmek yiyelim tereyağı yiyelim çocuk büyütelim

Sen beraber yatacağımız yatakları hazırla

Sen bir onu yap yeter bak göreceksin (187)

Şiirin başında ekmek ve tereyağının yanında olmayan “önemli bir şey”in, şiirin sonunda çocuk olduğu görülür. Çocukla temsil edilen ise, üreme yeteneğine sahip insanın diriliği, biricikliğidir. İnsan yıkıp yeniden yapma yeteneğindedir, çünkü o üreyerek ölümün aksine bir eylemde bulunmaktadır. İnsanın kendini unutmasına neden olacak kadar “şeyler”le dolu olan modern şehir yaşamı da bir çeşit ölüm getirdiğinden cinsellik devreye girer.

Dünyanın En Güzel Arabistanı’ndaki pek çok şiirde işlenen çocuk olgusu Tütünler Islak’ta üreme amaçlı olmayan cinselliğin olumsuzlanması yoluyla pekiştirilir. “Islaktı Tütünlerle Sülünler”de “Uykumu şeyler bulandırır Ş.e.y.l.e.r” diyen anlatıcı, “Ölüm tadında değil yattığımız. Bir, süs, belki çocuksuz bir / süs, sabahları her şeyimizi utandırır” (210) diyerek ölüm-cinsellik bağlantısını açar ve zevk amaçlı cinselliğin utandırıcılığını vurgular. “Bir Barbar Kendin Tartar Bir Barbar Aşağlarda” şiirinde arınmanın iki şekilde mümkün olduğu görülür. Bunlar, “eğilmiş çiçek toplayan bir çocuk bulsam” ve “yıkanacak boğulacak su bulsam” (214) dizelerinde geçen çocuk ve sudur. Bu anlatıyı doruğa çıkaran şiir ise “Övgü, Ölüye”dir. Şehir insanını “ölü”leştiren anlatıcı, bu ölümün niteliğini şu dizelerle belirler: “Ellerin nasıl olsa yıkılmış gitmiş para saymaktan, / cıvatadan, balatadan, üremesiz kadın okşamaktan, [...] / ölü yiyici topraktan” (219). Üremesiz kadın okşamanın olumsuzlanmasının Hristiyan bir tutum olduğu da söylenebilir. Jacques Le Goff, “Zevkin Yadsınması” başlıklı yazısında, cinselliğin, bedensel zevkin bir değer olarak görüldüğü Yunan-Latin antik döneminden sonra cinselliğin mahkum edilmesinde başlıca sorumlunun Hristiyanlık olduğunu belirtir (156). Paul Veyne’den aktararak, Hristiyanlığın aşk konusunda hem dinbilime hem de kutsal kitaba yaratılış ve temel günahın yorumlanışı konusunda aşkın bir açıklama getirdiğini söyleyen Goff, böylelikle bir azınlığın eğiliminin en azından egemen aristokratik veya kentsel çevrelerde çoğunluğun normal davranış biçimi haline getirildiğini söyler (157). Goff’a göre, çoktanrılı Romalıları cinsel tutuculuğa, cinsel yaşamı evlilik çerçevesinde sınırlamaya, çocuk aldırmayı mahkum etmeye, ‘tutkulu aşk’ı kınamaya iten nedenlere Hıristiyanlar başka bir neden daha eklemişlerdir: Dünyanın sonu gelmektedir, bu yüzden de insanın arınması gerekir (157). Son olarak Goff’un Eski Ahit’in cinsellik konusunda hoşgörülü olduğunu, ancak Levililer 15 ve 18’de sıralanan yasaklarla cinsel baskının yoğunlaştırıldığını söylemesi, Her Pazartesi’de yer alan “Ahd-i Atik” adlı şiiri anlamlandırmak için önemli bir ipucudur. Uyar’ın “tekvin”, “göç”, “levililer”, “sayılar” ve “tesniye” olmak üzere beş bölümde yazdığı “Ahd-i Atik”in “levililer” bölümünde geçen, “O yağmakaranlık büyürdü durmadan / ‘Yalnızdık, kimsesizdik, bağışlanmalıydık’” ve “Bir gün, günah yapılmazdı hiçbir yerde / ama kimbilirdi aşk nerde oteler nerde” (246) dizeleri, bağışlanma/arınma olgusuna dikkat çektiği gibi otel kelimesinin kullanılması dolayısıyla bütün bunların modern yaşam bağlamında düşünüldüğünü gösterir. Kutsal kitapların insan eylemlerini belirleyen buyrukçu söylemini hatırlatan, “saçlarınızı tırnaklarınızı büyütünüz dediler / büyük olsun, / büyüttük.. / ve trenlerde gidiniz ve otobüslerde gazete / okuyunuz!.. / ve hep gidiniz!” (246) dizelerindeki otobüs, tren, gazete gibi unsurlar da modern yaşama aittir. Dolayısıyla Uyar’ın üremesiz kadın okşamayı bir çeşit ölüm olarak görmesindeki arka planın dinsel bir modele dayandığı ancak bu modelin modern şehrin ortamında yeniden kurulduğu söylenebilir. Şehrin yarattığı kirlilikten arınmak, günahlardan bağışlanmak gibidir ve şehir yaşamının bir ölüye çevirdiği insanla dünyanın sonunun yaklaşması benzer bir trajedi olarak ortaya konulmaktadır

Her Pazartesi’deki şiirler Uyar’ın üç kitap boyunca işlediği cinsellik kurgusunun bütün dinlerle ilişkisini öne çıkarır. “Dünyanın bütün ağaçları bizimle, bütün taşları/ bizimle, bütün soluk kadınlar. / İnerler haçların, çadırların ve âyetlerin dibinden / Büyük mağarası açılır ölülerin, / Bütün kitaplar bizimle / Kadınlar bunun için doğurgan her yerde” (Güneşi Bol Ülke 283). “O. Perşembeye bir kadındır. Onunla yatmalıyım. Yatarım / onunla. / Çoğalmak için” dizeleriyle başlayan “Hemofili” şiirinde şairin, cinselliğin kurtuluş sanılmasının bir çeşit avuntu olduğundan kuşkulandığı da sezilir: “Cumaya abdest alırım. Uzun. / Çoğalmak için. Hep. Kanattığım bir yara gibi. Yatarım. / Hep kendiliğinden kanayan. Ve herkesin. / Kendini bir kurtuluş sanışı / gibi” (296). Müslüman bir adamın cinsellik üzerine iç konuşmalarını yansıtan “Malatyalı Abdo İçin Bir Konuşma” çalışma, dürüstlük ve İslâm kalmak çerçevesinde bir aşk anlatısı kurar. “Bir akşam oldu muydu iyi bir akşam / yani saksı çiçeklerinin üzerine tozlar konan / ve çalışmışsam o gün, dürüst ve islâm kalmışsam / bu iyi bir başlangıçtır derim aşk yapmaya.” (304). Daha önce pek çok farklı bağlamda cinsellikle ilgisi kurulan çalışma, müslümanlık bağlamında tekrar ele alınmaktadır. Çalışma cinsel yaşamı hak etmek için olmazsa olmaz unsurlardan biri olduğu gibi, cinsellik de çalışmak için gerekli enerji ve coşkuyu üreten tek deneyimdir. Muzaffer Erdost’un Tütünler Islak’ı değerlendirirken söylediği, “ Turgut Uyar bu karşılıksız hayatın içerisinde en yüksek ve yaşamanın tek ve güçlü anlamı olarak cinsiyet ilişkisini bulur. Bütün sevinçlerin, coşkuların, bitip tükenmez engin çalışmaların sebebi ve kaynağı cinsi güçtür” (33) sözleri Dünyanın En Güzel Arabistanı ve Her Pazartesi’deki şiirler için de geçerlidir. Öyleyse çalışma ile cinsellik arasındaki bağın kaynağına bakmak gerekir.

Georges Bataille, genel olarak insanı anlamak isterken, özellikle erotizmi anlamak istersek, önce çalışmaya yer vermenin zorunlu olduğunu söyler (23). Bataille’e göre insanlar çalışma yoluyla hayvanlardan uzaklaşmıştır ve bu uzaklaşma özellikle cinsel yaşam düzleminde belirgindir. Hayvanların cinsel etkinliğinin içgüdüsel olduğunu, ancak çalışma aracılığıyla izlediği bir hedefe ulaşan insanın içgüdüsel çalkantıya verilen yanıtın kendisi için olan anlamını ayırtederek saf içgüdüsel yanıttan uzaklaştığını belirten Bataille, ilk insanlar için cinsel etkinliğin amacının çocukların doğumu olmadığını söyler (24-25). İçgüdüsel devinim çocukların besinini sağlamak için bir erkekle bir kadının birleşmesi yönünde olsa da bu çocuğun doğumundan sonra ortaya çıkan bir durumdur, yani çocuk yapmak değil zevk almak amaçtır. İnsani açıdan âşıkların birleşmesinin tek anlamının erotik zevkin anlamı olduğunu vurgulayan yazar şöyle der:

[E]rotizm öz olarak, çalışamada olduğu gibi, zevk olan amacın bilinçli araştırılması olmasıyla cinsel dürtüden farklıdır. Bu amaç, çalışmanın amacı gibi, kazanım ve büyüme zevki değildir. Yalnızca çocuk bir kazanımı temsil etmektedir ama ilkel, çocuğun etkin olarak yararlı olan kazanımını cinsel birleşmenin sonucu olarak görmemektedir. (25)

Çalışmanın ve üremenin kazanım gibi bir ortak paydada buluşmaları ilginçtir. Toplandılar’da yer alan “Kalmak İçin Bir Yazı” adlı şiirde “aşkın öbür adı artık kentlerde kaybedilmiş bir savaşın / tarihi olarak anlatılmaktadır” (407) diyen anlatıcının, durumu bir savaş olarak belirlediği açıktır. Çocuk kazanmanın ve çalışıp kazanmanın savaşı da kazanmak anlamına geldiği savaş kurtulmak için verilmiştir, ancak sonuç başarısızdır. Şair konuyu işlemekten vazgeçer ve “Açlık Çoğunluktadır” şiirinde, “İkimize bir aşk elbette yetmez” (463) diyerek erkeğin çalıştığı, kadının doğurduğu ve aşk sayesinde dünyanın yeniden kurulduğu modeli bırakır.

Turgut Uyar, modern yaşamın dayattığı insanın yokoluşuna, temel amacı “kazanmak” olan bir cinsellik modeliyle karşı koymayı denemiştir. Kazanmak insanın varoluşu anlamını kapsar. Çalışmayla kurulan ilişki bağlamında Uyar’ın cinsellik modeli moderndir, ancak bu modernlik hızla değişen ve kirlenen dünyada insani açıdan temel olan unsurların değişmeden kalmasını gerektirir.

Kaynaklar

Bataille, Georges. Eros’un Gözyaşları. Çev. M. Mukadder Yakupoğlu. İstanbul:

Göçebe Yayınları, 1997.

Erdost, Muzaffer. “Tütünler Islak”. Şiirde Dün Yok mu. Haz. Tomris Uyar. İstanbul: Can

Yayınları, 1999. 31-34.

Fethi Naci. “O Korkak Geyik Yavrusu Bayram Arifesi”. Şiirde Dün Yok mu. Haz. Tomris

Uyar. İstanbul: Can Yayınları, 1999. 19-26.

Goff, Jacques Le. “Zevkin Yadsınması”. Batı’da Aşk ve Cinsellik. Der. Georges Duby. Çev.

A. Gür. İstanbul: İletişim Yayınları, 1992.

Uyar, Turgut. Büyük Saat. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2004. (Şiirlerden yapılan tüm

alıntılar bu kitaptandır.)


* Bu yazı Kitaplık dergisinde yayımlanmıştır.